Erken çocukluk dönemlerinde yani yaşamımızın ilk yıllarında, bakım verenlerimizle kurduğumuz ilişki bir evin temeli gibidir. Temel, o dönemlerde atılır ve çoğu şey o temelin üzerine inşa edilir.
Bakım verenler tarafından bize gösterilen ilgi, şefkat ve sevgi beynimizde eş zamanlı bir uyarım yaratır. Birincisi, bize bakım veren kişinin yüzü, gülümsemesi, kokusu, sesi ve temasından oluşan, duyusal ve ilişkisel alanlardır. Diğeri açlık, susuzluk, altımızın temizlenmesi ve kaygımızın giderilmesi gibi ihtiyaçlarımızın karşılanmasıyla yaşadığımız rahatlık, mutluluk ve güvende hissetme halidir. Bu iki alan, yeterli ve istikrarlı bir biçimde eş zamanlı meydana geldiğinde, ilişkisel alanda yaşanılan keyif ile ihtiyacın karşılanmasıyla oluşan rahatlama hissi arasında bir bağ oluşur. Bakım veren kişinin kokusu, sesi, sevgi dolu dokunuşları bizim için giderek tanıdık hale gelir. Dolayısıyla, insan etkileşimi ile keyif, güven, rahatlama ve sıkıntının giderilmesi gibi hisler arasında kurduğumuz ilişki ile bir öğrenme gerçekleştiririz. Bu, sağlıklı ilişkilerin oluşumunun temelidir.
Korktuğumuzda, yalnız kalıp huzursuz olduğumuzda ya da acıktığımızda ihtiyaçlarımız düzensiz ve öngörülemeyen bir şekilde gideriliyorsa, beklenmeyen bir biçimde gelen rahatlık, sinir sistemimizi aşırı tetikte tutar. Çünkü ihtiyaçlarımızın ne zaman giderileceği ve ne zaman insan temasıyla karşılaşacağımız belirsizdir. Bu sebeple, ihtiyaçlarımız ve korkularımız için düzenli ve ilgi dolu bir karşılık alamadığımızda, insan teması ile sıkıntının giderilmesi ve rahatlama arasındaki normal ilişkiyi geliştirmekte zorlanırız. Yani bakım verenlerimiz tarafından ilgiye, onay ve sevgiye duyduğumuz gereksinim öngörülebilir ve tekrarlı bir şekilde giderilmezse, ilişkiler ve keyif arasındaki bağlantıyı kuramaz, ilişki kurmanın rahatsız edici bir yaşantı olduğunu öğrenebiliriz. Ya da bakım verenlerin ilgisi tutarsız ve istikrarsızsa, ihtiyaçlarımız karşılandığı zaman yaşadığımız rahatlama ile bakım verenlerin ilgisi kaybolduğunda deneyimlediğimiz sıkıntı, yoksunluk ve huzursuzluk hali bizde kaygı yaratabilir. Dolayısıyla kendimize ve insan ilişkilerine dair kullandığımız temel şablonu da bu öğrenmelere göre şekillendiririz. Yetişkin yaşamımızda da, büyüdüğümüz evlerde öğrendiğimiz temel ilişki şablonunu kullanarak yaşadığımız ilişkilerden kaçabilir ya da partnerlerimize kaygıyla tutunmaya çalışabiliriz.
Kucağında bir bebekle kapının yanından geçerken, elini kapıya vurarak sanki bebeğinin kafasını vurmuş gibi telaşlanan ve bebeğinin tepkisini ölçen ebeveynlerin videolarına denk gelmişizdir. Çoğunlukla bebeğin, kafasını kapıya vurmamış olsa da, annesinin tepkisini gördükten sonra canı yanmış gibi ağladığına şahit olur ve bu duruma şaşırırız değil mi? Aslında bu örneğin dünyayı, kendimizi, duygu ve ihtiyaçlarımızı nasıl algılayıp yorumladığımıza dair var olan sorularımıza bir cevap niteliğinde olduğunu düşünüyorum: dünyayı, kendimizi ve diğer insanları önce bize bakım verenlerin gözünden görmeyi, değerlendirmeyi ve deneyimlemeyi öğreniriz. Eğer ebeveynlerimiz bize canımızın yandığını söylüyor ve telaşlanıyorlarsa, o zaman gerçekten kaygılanmamızı gerektirecek bir şeyler olduğuna inanırız. Bizi koruyan, besleyen ve ihtiyaçlarımızı karşılayan ebeveynlerimizden gelen bilgiyi doğru kabul ederiz. Çünkü bir yandan evrimsel olarak, hayatta kalmaya dair iç güdülerimiz, bize bakım veren kişilere uyumlanmanın ne kadar hayati olduğunu hatırlatırken bir diğer yandan ise beynimizin, çevremizden gelen bilgileri sorgulayan kısmı aslında henüz gelişmemiştir. Muhakeme, benlik algısı, akıl yürütme gibi fonksiyonlardan sorumlu olan bölgeleri geliştirecek beceriler ise, aslında temelde yine bakım verenlerimizden gelen bilgilerle kurulur. Yani, çocukluk dönemlerimizde bakım verenlerimizden gelen bilgileri temel inançlarımız haline getirmemek, kendimize ve diğer insanlara olan bakış açımızı onlardan gelen bilgilerle şekillendirmemek oldukça zordur.
Ebeveynlerimizin bizimle olan etkileşimi, kendi yaşamımızdaki iletişim ve ilişkilerimizde kullandığımız temel şablonu ve şemaları oluşturur demiştik. Bu şablon ve şemalar, yetişkin hayatımızda da insan ilişkilerine ve dünyaya karşı temel inançlarımızı ifade eder. Kendimize ve kimliğimize dair bilgiler barındırır. Yani bakım verenlerimizin tutumları, onlardan aldığımız tekrar eden bilgi ve mesajlarla sevilebilir, değerli ve yeterli olduğumuza dair bir öğrenme gerçekleştiririz. Ya da kendilerinden aldığımız mesajlarla kusurlu ve başarısız olduğumuza dair bir şema geliştiririz. Duygu-düşünce ve davranışlarımız da öğrendiğimiz şemanın etkisiyle şekillenir. Kusurlu ya da başarısız olduğumuza inanan biriysek, tam da bu inanç ve duygularla hareket ederiz. Ancak dünyaya geldiğimiz evde sevilebilir, değerli ve yeterli biri olduğumuzu öğrendiysek, biz de kendimizi rahatlıkla sevebiliriz.
Duygularımıza, yaşadığımız olaylara ve ihtiyaçlarımıza nasıl cevap verebileceğimizi de bize bakım verenlerden öğreniriz. Öfke, kaygı, suçluluk ve pişmanlık duygusu gibi birçok duyguyu nasıl ifade ettiğimizi ve zorlu zamanlarda kendimizi nasıl sakinleştirebileceğimizi önce ebeveynlerimizin bizi ve kendilerini sakinleştirmelerini izlerken içselleştiririz. Yaşamın sonraki yıllarında karşılaşacağımız zorluklarda da, ebeveynlerimizden öğrendiğimiz ilişki, iletişim ve sorun çözme yöntemlerinin bulunduğu temel bilgilerimizi kullanırız. Onların sesleri, kelimeleri ve beden dillerini referans alırız. Onların başa çıkma yöntemlerini model alarak öğreniriz. Dolayısıyla çocukken öğrendiğimiz bu şablon ve şemalar, bir harita görevi görür bizim için. Dünyayı, diğer insanları ve kendimizi bu haritaya göre tanır, yorumlar ve o yolda ilerleriz.
Psikoterapi seanslarında kullandığımız bazı ekoller ise tam da buradan yola çıkar. Erken çocukluk döneminde karşılanmayan ihtiyaçlar ve öğrenilen uyum bozucu şemalardan. Çocukluğumuzda öğrendiğimiz şemalar, en iyisini yapmadıkça yetersiz biri olduğumuz inançları üzerine şekillenmiş olabilir. İstenmeyen ve akranları tarafından dışlanan bir çocuk olduğumuza dair inançlarımız, sosyal olarak izole hissettiğimiz bir yerde yeşerebilir. Ya da birçok şeyi kendimize hak gördüğümüz, üstün ve ayrıcalıklı olduğumuza inandığımız ve başkalarının ihtiyaçlarını önemsemediğimiz bir şemamız olabilir... Ancak uyum bozucu şemalar, iletişim ve ilişki becerileri, sorunlarla başa çıkma davranışları gibi birçok alan bu yazıda ebeveyn tutumlarına odaklansak da, yalnızca ebeveynler ve bakım verenlerin tutumlarıyla oluşmazlar. Genetik aktarımın yanında, akrabalar, öğretmenler ya da arkadaşlar işlevsel olmayan şemalarımızın oluşmasına katkı sağlamış olabilir. Bunlarla birlikte doğduğumuz evler kadar, büyüdüğümüz sosyokültürel ortamın ve toplumunda şema oluşumuna ve temel öğrenmelerimize etkisi oldukça büyüktür.
Seanslarda temel olarak, çocukluk dönemimizden getirdiğimiz işlevsel olmayan şemalarla dolu o haritayı yeniden çizmek için çalışırız. Çünkü o harita, çocukluk dönemlerimizden kalma bir haritadır. Ve çeşitli kişiler, koşullar ve sebepler ile nesnel, işlevsel ve güncel bir bilgi sağlamaktan uzaktır. Çocukluğumuzda alamadığımız ya da fazlaca aldığımız birçok şeyi tekrar değerlendiririz. Karşılanmayan ihtiyaçlarımızı bugünün fırsatları ve kaynakları ile karşılayabilmek için daha sağlıklı yöntemler öğrenmek üzere bir yolculuğa çıkarız.
Çokça düşüp kalkacağımız bu yolculukta hepimize, yanı başımızda şefkat bulabilmeyi diliyorum.
Ecem Doğanay Pıçak
Klinik Psikolog
Comments